'Umutsuz Yarınlar'


Bu yazının başlığı ne olur diye çok düşündüm. En sonunda, son açtığımız fotoğraf sergisinin ismini burada kullanmaya karar verdim. Çünkü düşündüğüm hiçbir isim bu ya da şu sebebten dolayı uymuyordu yazdıklarıma.

“Umutsuz Yarınlar”, 22 amatör fotoğrafçı olarak, Filistin mülteci kamplarına yaptığımız yolculuk sonrası, 21 Haziran’da, yani Dünya Mülteciler Günü’nden bir gün sonra açtığımız bir sergiydi. Bir arkadaşım sordu: ‘Neden ‘Umutsuz Yarınlar’? Bu çok olumsuz bir isim değil mi?’ diye. Evet, bu çok olumsuz bir isim ama oradaki yaşamları bu iki kelimeden başka hiçbir kelimeler kümesi daha iyi anlatamazdı. ‘Çünkü ordaki insanların yarınları umutsuz’ dediğimde şaşkın bir şekilde gözlerini açarak bana baktı.

Üye olduğum fotoğraf grubunun Suriye – Lübnan gezisi düzenlediğini, ve bu gezi içerisinde bir günlük mülteci kampı ziyaretinin de olduğunu görünce çok heyecanlandım ve hemen ‘ben de varım’ dedim. Ne göreceğimi neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Mülteci kamplarıyla ve Filistinlilerle ilgili ne kadar az bilgim olduğunu, bizim için kampların bombalanmasının ‘İsrail yine Filistinlileri bombalamış’ deyip kanal çevirmekten öte olmadığının ancak oraya gittiğim zaman farkına vardığımda, kendimden, insan olmaktan utandım.

Yine bir arkadaşım soruyor: ‘Korkmadınız mı?’. ‘Cahil cesareti’ diyorum. Çünkü bu gerçek anlamda bir ‘cahil cesareti’. Cahillik bu kamplara karşı yok olan bilgisizliğimiz, bizi orada nelerin bekliyor olabileceğinden habersiz, tamamıyle bir fotoğrafçı sorumluluğu ile ordaki hayatları görüntüleme ve gösterme çabasıyla kamplara dalışımızdan ibaret. Esas gitmeyi planladığımız, Lübnan’daki en büyük ve en önemli mülteci kampı olan Ein al-Hilweh’ye gitmeden bir gün önce, çok güzel olduğunu duyduğumuz Baalbeck’teki antik kente doğru yol alırken, yol üstünde gördüğümüz başka bir mülteci kampına gitmek için heyecanla otobüsü durdurduk ve kameralarımızı kapıp düşünmeden kampa daldık. Az sonra yaşlıca bir adam tarafından durdurulup niye fotoğraf çektiğimiz, kim olduğumuz gibi sorularla sorgulanıp, ‘registration office’ dedikleri yere kaydımız alınmak üzere götürüldük. Bu aşamaya kadar kortuğumu söylersem çok da doğru olmaz. Hala daha aklım dışarda, tek derdim izini koparabilmek ve sokak aralarına dalıp fotoğraf çekmekti. Sokakların neden tehlikeli olabileceğine de aklım ermiyordu çünkü insanlar bizi çok güzel karşılıyordu. Ama daha sonra öğreniyoruz ki bizim casus olduğumuzdan şüphelendikleri takdirde tek sahip oldukları şey olan hayatlarını kurtarmak için herşeyi yapabiliyorlar. Orada izin almayı başarmamızın tek sebebinin Türk oluşumuz olduğunu daha sonra öğreniyorum. Türklere bir sempati duyduklarını da. Bu kamplarda yaşayan insanların iki tane idolleri var: Tayyip Erdoğan ve Murat Alemdar (Onlar kurtlar vadisindeki Polat Alemdar’ı bu isimle biliyorlar).

Yolda oldukça yaşlı bir amcaya rastlıyoruz. Ne kadar güzel ingilizce konuştuğuna şaşırıp merak ettiğimiz sorular sorarken bir taraftan da fotoğraflarını çekiyoruz. Bize ‘evime gelin konuk olun’ diyor. 15 yıl önce bu kampa geldiğini ve bir daha da topraklarını görmediğini, ne kendinin ne de torunlarının bir daha o toprakları göremeyeceğinden duyduğu endişeyi anlatırken sigarasını içli içli çekiyor. Fakirhanesinin kapısı açık. Eşi bizi karşılıyor, ‘ne içersiniz?’ diye soruyor. Biz hiçbir sey içmek istemiyoruz çünkü bu yokluğun içinde onların yerine yenisini koymakta zorlanacakları hiçbirşeylerine ortak olmak istemiyoruz. Kahve yapıp getiriyor bize kadın, kırık dökük birbirine benzemeyen fincanların içinde. Yaşadıkları ev iki odalı. Biri mutfak öteki de geriye kalan herşey. Ama bu sadece onlara özgü değil. Tüm kampta bir oda içerisinde 8-10 kişinin yiyor, içiyor ve uyuyor olduğunu daha sonradan öğreniyoruz. Evler bombalandıktan, yıkıldıktan sonra da tamir edilemiyor yokluktan dolayı. İki oğlunun kaçmayı başardığını ve yurt dışında çalışıp kendilerine bir yoldan para gönderdiklerini öğreniyoruz.

Lübnan hükümeti bu kamplarda yaşayan insanlara hiçbir yardım yapmadığı gibi hiçbir sosyal hakları da yok. Geçimlerini Birleşmiş Milletlerden aldıkları yardım veya başarıp yurt dışına kaçabilmiş akrabalarının gönderdikleriyle sağlıyorlar. Bir kısmına da BM, Mülteciler yardım komisyonunda iş veriyor. Yetersiz olan sağlık hizmeti ve okullar da BM tarafından sağlanıyor.

Bu kampı ziyaretimizin ardından uzun uzun yol boyunca kamplar hakkında konuşurken bir taraftan da bir şehirden diğerine geçerken tank ve silahlı Lübnan askerlerinden kurulu barikatlarda otobüsümüzün durdurulup aranmaması için dua ediyoruz. Hepimizin elinde birer kamera ve her kamerada binlerce mülteci kampı fotoğrafının olmasını nasıl açıklardık bilemiyorum.

Ein al-Hilweh, gittiğimiz diğer kamplardan daha farklı. Bir kere çok daha büyük. Etrafı duvar ve tel örgülerle çevrili. Girebilmek için Filistinli askerlerin beklediği kapıdan geçmemiz gerekiyor ki bu da izinle oluyor. İzin alamıyoruz. Öğrendiğimize göre bir süre önce burada çekim yapan bir televizyon kanalı önemli bir lideri ‘yanlışlıkla’ görüntülediği ve yayınladığı için kamp ertesi gün İsrail tarafından bombalanmış. Burada yaptığımız işin, bu insanların hayatlarında ne kadar büyük bir tehlike yaratabileceğini görünce olayın büyüklüğünün farkına varıyoruz ve o aşamada endişe ve korkuyu birlikte yaşıyoruz.

Dönüş yolunda, daha önceden gördüğümüz ve buraya da gidelim dediğimiz, ikinci büyük kamp olan Shatila’ya gitmeye karar veriyoruz. Filistin asıllı olan rehberimiz bizim için korku duyuyor ve ‘gitmeyin, burası diğer gittiğiniz kampa benzemez. Burda kardeş kardeşi öldürür. Ben Filistinli olarak buraya girmezdim’ diyor. Ama biz Ein al-Hilweh’ye girememiş olmanın verdiği hayal kırıklığı ile buraya gitmeye karar veriyoruz ve gidiyoruz. Etrafı çevrili değil, hiçbir kontrol yok ama yine de kimse girmiyor bu kampta yaşamayan. Zaten kampta yaşayanlar da dışarı çıkmıyor.

Kampın içine girince dağılıyoruz. Bizim grubumuz 5 kişi ve aramızda arapça bilen bir kişi var. Şu anda düşünüyorum da o kampta o kadar rahat gezebilmemiz Türk oluşumuz yanında, bu arkadaşımızın da arapça bilmesiydi tartışmasız. Çünkü bizden ayrı gezen grubun önünü kesen motosikletliler, kameralarını alıp neden fotoğraf çektiklerini sormuş, fotoğraflara bakmış ve hemen kampı terk etmelerini aksi takdirde başlarının derde gireceğini söylemiş. Onlar kampa girdikten bir kac saat sonra kampı terk etmek zorunda kalırken biz tüm günümüzü orda geçirmeyi başardık.

Shatila, 1982’de Ariel Sharon’un binlerce kişiyi katlettiği kamp ve bu kampta birçok örgüt bulunuyor. Kampa girdiğimizde onlarca çocuk etrafımızı çevirip fotoğraflarını çekmemiz için bize türlü pozlar verirken ilerleyip köşeyi döndüğümüzde hepsinin bir anda kaybolduğunu farkediyoruz. Her bir örgütün kendi bölgesi olduğunu, bunların herhangi bir şeyle ayrılmadığını fakat herkesin kendi bölgesinin sınırlarını bildikleri için bir diğer bölgeye kendi can güvenlikleri için geçmediklerini daha sonradan farkında olmadan geçtiğimiz Filistin Kurtuluş Örgütü’nün bölgesinde bize eşlik eden asker çocuk söylüyor. Bir önceki bölgede Hamas’ın işaretini ve bayraklarını gördüğümüzü hatırlıyoruz.

Çocuklardan kurtulduğumuz köşeyi döndüğümüzde önümüzü kesen bir asker çocuk ‘registration office’e gitmemiz gerektiğini, ordan izin almadan burada fotoğraf çekemeyeceğimizi söylüyor. Geldiğimiz yerde bizi FKÖ’nün bayrağı ve silahlı asker çocuklar karşılıyor. O anda heyecanlandığımı hatırlıyorum. Ama bunun, yıllarca adını duyduğumuz FKÖ’nün bu kadar yakınında olmaktan duyduğum bir heyecan mı, yoksa işin ciddiyetine varıp da duyduğum bir korku mu olduğunun ayrımına şu anda bile varamıyorum. İkna olup kampta fotoğraf çekmemiz için izin verdiklerinde yanımıza da bu asker çocuklardan birini bize rehberlik etmesi için veriyorlar. Bu çocuğun yanımızda olması hepimizi rahatlatıyor çünkü sadece onların güvenlikleri değil bizim de güvenliğimiz böylece sağlanmış oluyor. Kampta, 2006 yılında bombalanmış olan çocuk parkını görünce, bombaların düştüğü anda o parkta oynayan çocukların olmadığını düşünüp rahatlamak istiyoruz. Sanki o parkta olmasalar kaçacak, sığınacak yerleri varmış gibi.

M1-Bomb and playground.jpg

Kamptan ayrılıp Beyrut’un ihtişamlı pırıltılı sokaklarına varmamız arabayla 6 dakika sürüyor. Tam 6 dakika uzaklıkta yaşanan bir insanlık ayıbına karşı küstahlık yapar gibi Beyrut sokakları. Lüks, ihtişamlı binalar, en pahalı arabalar ve Gucci, Armani gibi en pahalı markaların doldurduğu Beyrut sokaklarından bahsedersem ancak anlatabilirim belki bu kadar yakın duran, içiçe yaşayan hayatlar arasındaki uçurumu. Kadınları en ışıltılı kıyafetleriyle lüks arabalarından inip Buda Bar’a girerken görünce, birkaç saat önce yaşadıklarımın ve gördüklerimin düş olabilme olasılığını düşünüyorum.

Bir topluluk düşünün ki tek sahip oldukları şey hayatları. Gelecek vaadeden hiçbirşey olmadığı gibi, toprağım diyebilecekleri bir toprakları, bir vatanları da yok. Fakirlik onların başlarına gelebilecek en iyi şey. Lübnan hükümeti sözde belli mesleklerde çalışmalarına izin veriyor ama hiçbir can güvenlikleri olmadığı için çalışamıyorlar. Çünkü herhangi bir olay olduğunda ilk aranan ve suçlanan onlar oluyor. Lübnan’da 400,000 tane Filistinli mülteciden sadece 3,000 tanesinin kimlik gibi bir kayıt belgesi olduğunu sonradan öğreniyorum. Tüm insanca yaşama hakları ellerinden alınmış bu insanların seyahat etme gibi bir özgürlükleri de yok. Bombalar düşerken sığınacakları tek yer, ev bile denemeyecek tek odalı barınakları. Onlar ‘açık bir hapishanede’ yaşıyorlar. Bu kamplarda doğup, büyüyüp ölen insanlar var dünyada başka türlü bir yaşamın varlığından habersiz. Ya da televizyonda gördükleriyle sınırlı olan başka dünya var onların hayatları boyunca ne görebildikleri, ne de göreceklerinden ümitli oldukları. İşte bunlardan dolayı da bu insanların yarınları ‘Umutsuz Yarınlar’…

Ve Türkiye’ye dönüş yolumuzda, Suriye sınırında, kamplardan ayrılışımızın üstünden 24 saat geçmeden, İsrail’in Türk yardım gemilerine saldırdığı haberini alıyoruz. Karelerimize takılmış çocuklar geliyor gözümüzün önüne. Onların yeniden bir hedef tahtası haline gelebilme olasılığı bile içimizi burkmaya yetiyor. Türkiyedeki İsrail Büyükelçisi canlı yayında ‘Gazze’de insani bir trajedi yok’ diye açıklama yapıyor. Hiçbirimiz yorum yapamıyoruz. Söyleyecek hiçbir söz yok bunun karşısında…